tutsak
- Turan
- 5 Ara 2019
- 9 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 17 Oca 2022
mağazanın önünde dikilmiş, sevkiyat kamyonunu bekliyordum. kamyonun yanaşabilmesi için kaldırımın hemen önünde en az beş-altı otomobilin sığacağı kadar boş park yerini tutmam gerekiyordu. tam o sırada muhafaza ettiğim bu boş park alanına çürük çarık bi kamyonet yanaştı. hemen koşup müdehale ettim "abi sevkiyat kamyonumuz gelecek, burayı onun için tutuyorum, mümkünse başka yere park eder misin?" diyerek. "mümkün değil" cevanıbını verip kamyonetten indi esmer, kalın cüsseli, koca burunlu bi adam. bana doğru yürürken sanki kötü bir şey söylemişim gibi gergin bi tavrı vardı ve yanıma gelir gelmez elini yakama uzattı, tutmasına izin verdim ve bende onunkine yapışıp hızla kendime çekerek kafayı çaktım suratının ortasına. çaktığım anda ağzından ve burnundan öyle bi kan fışkırmıştı ki, beyaz, mağaza logolu t-shirtümün önü damlalarca kırmızıya boyandı. sadece t-shirt olsa iyi, göremesem de yüzümde de kan damlalarının ıslaklığını hissedebiliyordum. kafayı yediği anda yere serilmişti adam. suratını tutarak kıvranıyordu. onu öyle gördüğümde "buna gerek var mıydı?" diye geçirdim içimden. az da olsa benim de alnım sızlıyordu. sanırım adamın ön dişlerinden sebep. olaya mağazanın içinden tanıklık eden mağaza müdürü bahtiyar abi koşarak geldi hemen yanıma. kollarımdan tutup mağazaya doğru itti beni sertçe. o sırada mağazada çalışan kızlar geldi, koluma girip beni içeri aldılar. canan ve bahar'dı sanırım. pek şaşırmışa benzemiyorlardı, ilk vukuatım olmadığından. beni personel odasına geçirdiler. sakin olmamı söyleyip duruyorlardı. zaten öyleydim. içeriden berivan koşarak gelip su getirdi.
"içmeyeceğim"
"yüzünü yıkamalısın"
"lavaboya gitmem lazım"
"dışarı fırlamayacağına söz ver"
"kafayı yiyen ben değildim. kendini kaybedecek biri varsa o da en son baktığımda yerde yatıyordu."
yerimden kalkıp lavaboya doğru yürüdüm, dışarıdan bağırış çağırış sesler geliyordu. t-shirtümü çıkarıp attım. yüzümü, boynumu, kollarımı iyice sabunlayıp yıkadım. kapı açıldı, berivan elinde temiz bi t-shirtle içeri daldı;
"seni ilk kez çıplak görüyorum"
"umarım son olmaz"
kurulandıktan sonra t-shirtü alıp giydim. personel odasına geçip beklemeye başladım.
uzun sayılabilecek bi süre sonra bahtiyar abi geldi odaya.
"dokuz rot mal geldi, hadi boş boş oturma"
belli ki adamı bi şekilde def etmişti. daha önce de pek çok kez koruyup kollamıştı beni sağ olsun. hakkını ödeyemem. yerimden kalkıp rotlara giriştim. ıvır zıvır bi ton makyaj malzemesi, sepetlerce krem, reçetesiz sağlık mamülleri gibi pek çok ürünü raflarına diziyordum. hızlı çalışıyordum her zaman. iş ne olursa olsun hızlı hareket eder hemen sonuca giderdim. sanırım bu yüzden beni en yoğun mağazaya vermişlerdi. bu yönümü ilk işe başladığım kadıköy mağazasında görmüştü bölge müdürü murat bey. bahtiyar abiyle de yakın arkadaşlardı. bu yüzden beni işe başladıktan bi kaç ay sonra acıbadem mağazasına aldılar. acıbadem mağazası çok büyük ve kalabalıktı. hem müşterileri yoğunluğu çok fazlaydı hem çalışan personel. makyaj uzmanlarını da sayarsak on kişiydik ve bahtiyar abiyle benim dışımda erkek personel yoktu. mağazadaki en tecrübesiz ve düşük ünvana sahip olan bendim. ama tek sorun bu değildi benim için. ekonomik anlamda sıkıntılı zamanlarımdan birini yaşıyordum. iş dışında bi gelir kaynağım yoktu. işten de kazandığım hepi topu bi asgari ücret. işe çoğu zaman yürüyerek gidip geliyordum. sadece canan'la birlikte çıktığımız zamanlarda, ayrı gitmek olmaz diye minibüse biniyordum. acıbadem'den üsküdar'a iki kişi için iki lira seksen kuruş ödüyordum. altı üstü bi minibüs parasını kıza ödetmek olmazdı. iki lira seksen kuruş umursanacak bi rakam gibi görünmese de çoğu günler işe gelirken en fazla beş lira oluyordu cebimde. eğer akşam cananla birlikte çıkacaksam yemek parası olarak iki lira yirmi kuruştan fazlasını harcayamıyordum. o parayla da üç tane top kek alabiliyordum. bahtiyar abi terso olduğumu biliyordu. ayın sonlarına doğru cebimdeki para hepten suyunu çekince bi şeyler ısmarlardı yemek için. yoksa kendi paramla sadece ayın ilk haftası kek dışında bi şeyler yiyebiliyordum.
param yoktu belki ama yine de havalı bi tarzım vardı. kendimi hiç bi zaman fakir olarak sıfatlandırmadım. sadece param yoktu. bi insanın parasız olması onu fakir yapmaz. aksi durumda da sadece parası var diye kimseyi zengin saymadım. gençtim, cesurdum ve güçlü hissediyordum. bu sayede ön plana çıktım hep. kimsenin beni sadece param yok diye ezmesine müsade etmedim. becerebilecek biri de çıkmadı zaten. güçlü görünmek için paraya ihtiyacım yoktu. keyifli vakit geçirmek için paraya ihtiyacım yoktu. bi kadınla tanışıp görüşebilmek için paraya ihtiyacım yoktu.
mağazada satış yapmaya çalıştığım günlerden birinde kapıda kağıt toplayıcı bi çocuk belirdi. yanına gidip ne istediğini sordum.
"abi size mal geldiğinde çıkan kolileri ne yapıyorsunuz?"
"ne yapalım akşam çıkarken çöpe atıyoruz"
"onları ben alsam olur mu? ben genelde bu civarda kağıt topluyorum. diğer mağazalardan da sevkiyat sonrası çok koli çıkıyor ve hemen çöpe atıyorlar. çoğuna yetişemiyorum. ya başkası almış oluyor ya da çöp kamyonu toplayıp gidiyor"
"bizde haftada bir gün sevkiyat olur o da perşembe öğle saatlerinde. akşam üstüne doğru tüm koliler boşa çıkar. sen gel o saatlerde al kolileri"
"sağ ol abi, ben her perşembe gelirim bundan sonra"
çekingen bi hali vardı çocuğun. gözleri ağlamaklı. kim bilir ne sıkıntılarla boğuşuyordu…
bi kaç gün sonra perşembe'ydi ve ben yine sevkiyat kamyonu için park yeri ayarlamaya çalışıyordum. kaldırımın önünü boşaltan araçların yerlerine dubalar yerleştirdim. yine beş altı otomobil sığacak kadar boş yer ayarlamıştım. birden arkamdan bi ses yükseldi;
"abi kolay gelsin"
kağıt toplayıcı çocuktu seslenen. sesi titriyordu bu sefer. yanında benden yaşça ve kalıp olarak oldukça büyük bi adam daha vardı bu kez.
"sağolasın sanada"
"bugün gelecekti değil mi sevkiyat kamyonu?"
"evet ama bizim malları indirip kolileri boşa çıkarmamız en az üç-dört saat sürer"
derken külüstür kamyonet dubaları altına alıp sevkiyat kamyonu için hazırladığım park yerine daldı yine. esmer, kalın cüsseli, koca burunlu adam yolcu koltuğundan indi bu kez. burnu sargılıydı. şoför koltuğundan da bi adam inip hızlı adımlarla üzerime doğru geldiler. tam o an başımın arkasında bi sızı hissettim. ensemden sırtıma, oradan bacaklarıma ve ayak uçlarıma kadar inan bi sızı. ellerim uyuşuyordu, dizlerim istemsizce kırılıp vücudumu yere serdi. o kadar hızlı gelişti ki her şey, gözlerim kapanmadan önce hatırlayabildiğim çok az kare vardı.
gözlerimi açtığımda karton bi kolinin üzerinde buldum kendimi. karşımda üst üste istiflenmiş kartonlardan oluşan koca bi duvar vardı. yavaşca arkamı döndüm ve yine kartonlar. zor olsa da başımı aşağıya doğru eğip ayak uçlarıma doğru baktım. manzara aynıydı. gün ışığı başımın üstünden süzülüyordu odaya. acaba hangi günün ışığıydı o. ne zamandır o yerdeydim hiç bi fikrim yoktu. kolinin üzerinde doğruldum. emekleme pozisyonuna geçip ışığa doğru kaldırdım başımı. karşımda oldukça büyük demir bi kapı vardı. kapının üzerinde de cam. sonunda karton dışında bi şeyler görmüştüm. bulunduğım oda büyüktü aslında. hatta çoğu evden daha büyük. ama tıka basa kartonla doldurulmuştu. bi depoydu muhtemelen. nedenini düşüneceğim çok şey vardı o an. neden orada olduğum ise en ağır basan soruydu. sorulara cevaplar bulmama yaramasını umduğum başım ise çatlarcasına ağrıyordu. kulaklarıma doğru inen tiz bi ses vardı kafamın içinde. sanki birisi sürekli çatlak bi flüte üflüyordu içeride. ayağa kalkıp odanın ortasında dikildim. elimi kafamın arkasına götürdüğümde şişliği hissettim. belli ki bi darbe almıştım, ağrı ve susmak bilmeyen çatlak flüt sesinin sebebi de buydu. ufak adımlarla kapıya doğru yürüdüm. kolu geçip açmayı denedim. işe yaramadı. bi kaç kez üst üste zorladım ama nafile. kilitliydi. içeriye tıkılmıştım resmen. beni kim oraya tıkmıştı? bunu neden yapmıştı? ne zamandır oradaydım? gibi bi çok soru vardı aklımda. yoksa aklım sonunda beni terk mi etmişti? bunların hepsi kendi kafamda kurduğum şeyler olabilir miydi?
duygu keşmekeşinin içerisinde buğulurken ayak sesleri duydum. giderek yükselen ayak sesleri. kilide bi anahtar sokuldu. kapı açıldı. esmer, kalın cüsseli, koca burunlu adam karşımdaydı yine. yanında siması tanıdık kalıplı bi adam daha. onun arkasında ise süt dökmüş kedi gibi bakan kağıt toplayıcı çocuk. bütün parçalar birleşip yapboz tamamlandı o an kafamda. güzel tezgaha getirmişlerdi beni. ben yapbozu tamamlarken koca burun da boş durmadı, elindeki sopayı geçirdi sol bacağıma. ister istemez soluma doğru eğildiğimde açıkta kalan karnımın sağ tarafını kapatmakta geç kalmadı yanında ki diğer yarma. ayakta durmaya mecalim yoktu zaten. bıraktım kendimi yere. daha yere serilemeden çeşitli yerlerime bir kaç darbe daha aldığımı hissettim. yerde de devam etti. kafama vurmuyorlardı sadece. gerçi vurmuşlardı zaten vuracakları kadar. sonra çıkıp gittiler. öldürmeyeceklerini anlamıştım o an. öldürecek olsalar çoktan yaparlardı zaten, bu kadar tantanaya girmezler heralde diye geçirdim içimden.
baygın değildim. uykuya da dalamıyordum ağrılardan. yerden doğrulmayı denediğimde ağrılar katbekat arttı. tekrar yığıldım kolilerin üzerine. düştüğümde kolilerin üzerinden kalkan toz ciğerlerime doldu. üst üste öksürdüm. her öksürük işkence gibiydi. genişleyen ciğerlerimin kaburgalarıma değişi sırasında katlanılmaz bi sızı hissediyordum. muhtemelen bi kaçı kırılmıştı. belki de hepsi. bayılmam için daha ne kadar acı gerekiyordu acaba? sadece kafamı kaldırıp kapının üzerine doğru baktım. camın ön tarafında demir parmaklıklar vardı. gerçi olmasa da tırmanacak mecalim yoktu.
odadaki ışık iyice azaldı. bir süre sonra da tamamen karanlığa bürünmüştü ortalık. hala yerde yatıyordum. bi kaç köpeğin havlaması dışında ses yoktu. o kadar karanlıktı ki gözlerim açık mı yoksa kapalı mı ayırt edemiyordum. vücudumdaki ağrılardan başka hiç bir şey hissedemiyordum. ne açlık ne susuzluk ne de uykusuzluk. uyuyabilsem iyi olurdu aslında. belki biraz dindirirdi sızıları. neremin daha çok sızladığını yarıştırmaya başladım. başımın arkasından aldığım darbe ayak parmak uçlarıma kadar hissettirmişti kendisini. ağrısı da aşağı kalmıyordu. sol bacağım kısmen az sızlıyordu ya da kaburgalarım o an tüm ilgiyi topladığından bana öyle geliyordu…
ne kadar saat geçtiğinin bilmiyordum. köpeklerin havlamasıda kesilmişti. yinede ağrılar uyutmuyordu. en ufak bi aydınlık belirtisi yoktu. nasıl o kadar karanlık olabiliyordu? korkuyla kör olma ihtimalimi masaya yatırdım bi an. hatta ağrılardan sebep doğru dürüst hareket edemiyor olmam kalıcı mıydı acaba? sanırım bu korkuların getirdiği adrenalinle kolarımdan destek alarak doğruldum dizlerimin üzerinde. başımı göğe kaldırıp camdan içeri hayal meyal sızan ışığa baktım. üst sıralardaki kartonları bu ışık sayesinde seçebiliyordum. kör olmadığıma kanaat getirdim. yerimden doğrulabildiğime göre hareketsizlik de kalıcı değildi. yavaşça kalçamın üzerine oturup ayaklarımı uzattım. sırtımı kartonlara yaslamayı denedim ama ağrılar engel oldu. ellerimi yere koyup kollarımdan destek alarak oturmaya başladım.
yine aynı ayak sesleri yükseldi. giderek yükseldi. yine bana doğru geliyorlardı. bi dayağı daha kaldırabilecek durumda değildim. kapı açıldığı anda gözlerim dehşet verici bi ışık hüzmesiyle doldu. sanırım fener tuluyolardı yüzüme ama ısısı alınmış güneş gibi geliyordu bana o an. kim olduğunu, kaç kişi olduğunu, ne yaptığını görmem mümkün değildi. cesaretimi toplayıp seslendim;
"ne istiyorsunuz?"
"biraz sıkıştık da onun için geldik"
bi demir şıngırtısı yankılandı odada. ne olduğunu anlamaya çalıştım ama hiç bir şey ifade etmiyordu. fermuar sesini duyduğumda netleşti her şey. herif üzerime işemeye başladı. pantolonumda hissettim sidiğinin sıcaklığını. damlalar paçalarımdan neredeyse belime kadar sıçrıyordu. iğrenip yan tarafa döndüm. kusasım geldi. öğürdüm boşluğa doğru. midem boştu hiç bi şey çıkaramadım. ışığı yüzümden çekmeden geri geri adımlayıp dışarı çıktıktan sonra kapıyı yeniden kilitleyerek gittiler.
peki bu neyin cezasıydı? sadece bi kafa attım diye bu kadarı fazla değil miydi? yoksa kader miydi beni buraya getiren? ne tür bi hatanın bedeliydi? tüm bunları gerçekten hak etmiş olabilir miydim? hayatımdaki hangi denklemin sonucu olabilirdi ki bu? sayısız soru dolanıyordu kafamda fakat özünde tümü aynıydı. neden?
ya bu soruların içerisinde kaybolacak ya da zihnimi tamamen oradan kurtulmaya odaklayacaktım. ikinciyi seçtim. toparlanmam gerekiyordu. tüm ağrılara rağmen enerjimi toplayıp bi sonraki gelişlerine hazırlanmalıydım. camdan içeriye az da olsa gün ışığı sızmaya başlamıştı. yaslandığım kartonlara tutunarak ayağa kalktım. kemiklerimde kırık olup olmadığın kontrol ettim. hareket edebiliyordum. kırığım yoktu sanki. en azından uzuvlarımda. yeniden oturup dinlenmeye karar verdim. sırtımı kartonlara vererek oturdum yere. tam o anda kapı açıldı. hiç ayak sesi duymamıştım bu sefer. hayal meyal kağıt toplayan çocuk olduğunu seçebildim. içeriye ağzı bağlı bi poşet fırlatıp aceleyle geri çekilerek yeniden üzerime kilitledi kapıyı.
ne olduğun anlamak için düşünmeyi bırakmıştım artık. tek amacım oradan kurtulmaktı. poşeti ayağımla kendime doğru çektim. içerisinde yarısı içilmiş ufak bi şişe suyla yarım ekmek vardı. poşetin içerisine bakmadan elimle karıştırıp yarım bi elma da buldum. biraz manidar gelmişti her şeyin yarım olması. o ana kadarki hayatımda sahip olduklarım gibilerdi. çocuk sanki biliyormuş gibi, yadırgamayayım diye her şeyin yarısını koymuştu poşete. hepsini saniyeler içerisinde bitirdim ya da bi şeyler yerken benim için çok hızlı geçmişti zaman. geriye sadece boş su şişesiyle bi kaç elma çekirdeği kalmıştı. poşet ve şişeyi kartonların arasına sakladım.
ne kadar sürdüğünü bilmediğim bi uykuya dalmışım. motor çalıştırma sesiyle açtım gözlerimi. külüstür komyonetin sesini andırıyordu rolantideykenki sesi. gün tamamen ağarmıştı. bi kaç ara gazından sonra vitese takıp hareket etti. kim kullanıyordu, nereye gidiyordu, geride kimler kalmıştır acaba diye geçirdim içimden. aradan çok geçmeden anahtar kilide tekrar sokuldu ve kapı yeniden aralandı. içeriye giren ışığın dozajı iyice yükseldi. gözlerim karanlığa alıştığından ilk başta bakamadım. belki de korktuğumdan. emin değilim. ama gelen giden yoktu, dayak yoktu, sidik de. cesaretimi toplayıp oturduğum yerden doğruldum. kartonlara tutunarak kalktım yine ayağa. belki artık ihtiyacım yoktu ama o kartonlara tutunmadan ayağa kalkacak özgüvenimde kalmamıştı. kapıya doğru yürüdüm tam iyice aralayıp dışarıya adım atacakken çivilenip kaldım olduğum yere.
ya bu bi sınavsa!
ya dışarıda dayak ve sidikten çok daha fazlası beni bekliyorsa!
ya bi oyunun parçası olmuşsam!
yoksa yarım şişe su, yarım ekmek ve yarım elma beni umutlandırmak için önüme atılmış bi yem miydi?
kamyonet aslında gitmemiş olabilir miydi? gittiyse bile koca burunlunun da gittiğinin garantisi yoktu sonuçta…
geri adımladım sırtım yeniden kartonlara dokunana kadar. yavaşça çömeldim olduğum yere. tutsaklık ne zaman bu denli içime işlemişti? hangi noktada ruhumu da esir almışlardı? içlerinden biri kapıdan girip artık özgür olduğumu söylese buna inanır mıydım? bu şeyin bi sonu var mıydı gerçekten? tam olarak ne kadar orada kalmıştım? yine bi sürü soru…
yine düşünmeyi bırakmam gerektiğine karar verip ayağa kaltım. kartonlara tutunmadan! kapıya doğru yürüyüp iyice araladım. önümde yaklaşık elli metre uzunluğunda boş bi arsa vardı. sonrasında ise bi yol. doğruca koşmalı mıydım? yoksa temkinli davranıp etrafı kolaçan etsem daha mı iyiydi? koşacak olsam becerebilecek miydim acaba? ya kabuslarımda olduğu gibi koşmaya çalıştığımda vücüdum buna izin vermemezlik yaparsa, bacaklarım adım atmak için ileriye doğru giderken sanki onlarca kiloluk ağırlıklar bağlanmışcasına güç bela hareket ederse...
hani bırakmıştım düşünmeyi!
dışarıya ilk adımımı attım. kimse yoktu ortalıkta. koşmaya başladım. koşabiliyordum! hiç kabuslarımdaki gibi değildi. tüm ağrılarıma rağmen koşabiliyordum. yola vardım. ne tarafa gitmem gerektiğini bilmiyordum. dönüp arkama baktım. kağıt toplayıcı çocuk tutsak edildiğim deponun önünde duruyordu. ondan korkmalı mıydım? emin olamadım. eliyle gitmem gereken yönü işaret etti. bi an olsun düşünmedim. ikinci kez güvendim ona. yeniden koşmaya başladım. var gücümle koştum. ciğerlerimi patlatıp, kaslarımı yırtıp, kemiklerimi kırarcasına koştum. arkama bi an olsun dönüp bakmadan koşmaya devam ettim. bi çok binanın olduğu bi mahalle belirdi önümde. varana kadar durmadım. öncesinde tek tük binalar. hepsini hızla geçip ilerledim. binalar sıklaştı. mahallenin içine dalmıştım artık. yine de durmadım. koşarken dükkanların önünde duran esnaflar bana bakıyordu. sokakta yürüyen diğer insanlar da. iyice içine girmiştim artık o mahallenin. sağlı sollu sokaklar kesiyordu koştuğum yolu artık. belli bi nizamı olmayan, iç içe girmiş binalarla dolu sokaklar.
durdum! etrafım binalarla doluydu. bazılarının altında dükkanlar, etrafta çeşit çeşit insanlar vardı. sokağın ortasında dikiliyordum bi taraftan da arkamı kollayarak. hangi yöne dönsem arkamda ne olduğu beni tedirgin ediyordu. kalbim yerinden çıkacakmış gibi atıyordu. her şeye rağmen uzun süre sonra kendimi ilk kez güvende hissettim. hiç bilmediğim bi mahallenin ortasında, tanımadığım insanların arasında, her an arkamı kollamam gerektiği tecrübesini edinmiş olarak kendimi güvende hissettim. tutsak değildim artık. sokaktaydım. özgürdüm.

yazar turan tutsak
Comments