terapi
- Turan

- 16 Oca 2022
- 11 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 20 Oca 2022
eve girer girmez doğruca odama koşup sırt çantamı fırlattım bi köşeye. apar topar okul üniformamı çıkarmaya çalışıyordum. gömleğin düğlemerini açmakla vakit kaybetmemek için t-shirt gibi boynumdan çıkardım. bi taraftan da "shevchenko" formamı arıyordum. ben onca stresle baş etmeye çalışırken annem daldı odaya; "hiç acele etme boşuna, ben pazara gitcem. senin de kardeşine bakman lazım." dedi. "iyi de anne sınıf maçı ayarladık. korunun oradaki sahaya gitmem lazım. aykut da gelsin seninle pazara." "yok oğlum onunla zor oluyo. poşetleri mi taşıyacam yoksa ona mı göz kulan olacam?" "ben hemen maçımı yapıp gelsem de sen öyle gitsen pazara olmaz mı?" "senin ne zaman geleceğin beli olmaz şimdi… o yüzden hiç itiraz etme bakacaksın kardeşine!" "onu da götürürüm o zaman sahaya. kenarda oturur." "valla orasını sen bilirsin. sana emanet!" dedi ve pazar çantasını alıp çıktı evden. aceleyle giyinmeye devam ettim. formayı kirli sepetinde buldum. leş gibiydi ama aldırmadım giydim üzerime. sonra aykut'u da hazırladım ve koşar adımlarla çıktık evden. doğruca fethipaşa korusunun girişindeki parka gittik. takımlar hazırlanmıştı çoktan, beni bekliyorlardı. aykut'u sahanın kenarındaki parkta yer alan salıncağa oturttum; "bak koçum bu maç ağbin için çok önemli. sakın sağa sola kaybolmuyosun! onda devre yirmide biter. sonra seni kuruyemişçiye götürcem!" "…" her zamanki gibi koca bi sessizlik… "neyse anladın sen. parktan çıkma yeter." dedim ve sahaya girip takımdaki yerimi aldım. maç hızlı başladı. ilk on dakikada skor dört dörde gelmişti bile. bizim gollerin ikisini ben atmıştım ikisini alp. her ne kadar maçın içinde olsamda göz ucuyla sürekli aykut'u kesiyordum. arada bir salıncaktan inip kaydırağa tırmanıyor ama yüksekten korkup kaymaya cesaret edemiyordu. sonrasında vazgeçip salıncağa geri dönüyordu. ben bi gözüm onda bi gözüm maçta idare etmeye çalışıyordum. derken ilk yarıyı ona sekiz önde kapattılar. yenik durumdaydık; "barbaros rahat olsana oğlum, aykut orda oynuyo işte. merak etme bi şey olmaz. maça konsatre ol sen." dedi okan. "siz onu bilmezsiniz. öyle sessiz sakin durur, sonra bi bakmışsınız yok ortada. ondan sonra arar dururuz…" "yok be oğlum. bak sallanıyo işte çocuk sakin sakin." cevap vermedim ama kafam hep ondaydı gerçekten. sahada her ne kadar goller atmaya devam etsem de hayalet gibi geziyordum. dersten kaytarmaya çalışan öğrenci gibiydim. hiç bir şey yapmayıp, yapıyormuş gibi görünüyordum sadece. ikinci yarıya 7/B çok hızlı başladı. farkı iyice açtılar. skor on sekize on iki olmuştu. kaybediyorduk maçı. tam o sırada parka dönüp baktığımda aykut'u göremedim. salıncak boştu. maçı bırakıp koştum hemen o tarafa. her yere bakınsam da göremedim. "aykut kaybolmuş!" diye bağırdım sahaya. benim sınıf arkadaşlarım hemen koşup geldiler yanıma. "sağa sola dağılıp arayalım hemen." dedi muhammed. "haa tabi tabi kesin kardeşin kaybolmuştur. yenileceğinizi anladınız o yüzden kaybolma numarası çekiyosunuz. maçtan önce öyle mi öğütlemiştin kardeşini!" diye çıkıştı rakip takımdan özgür piçi. onunla uğraşamazdım o anda. kendi arkadaşlarıma dönüp; "hepimiz dağılalım. ama yarım saate burada tekrar geri toplanalım, bulup bulamadığımızdan haberdar olmak için." diyerek organize ettim hepsini. tam dağılacaktık ki; "çık çabuk odunluğumdan. polis çağırıyorum yoksa bak çık hemen. bırak o sobayı. daha yeni sarıp kaldırmıştım onu oraya. neden çıkardın onu sen. baş belası defol çabuk odunluğumdan…" diye bağıran bi adam sesi duyduk. hepimiz koştuk sese doğru tabii. parkın yanındaki pembe köşkün sahibiydi bağıran adam. aykut'u bulmuştuk… bizimkisi dalmış adamın odunluğuna, yaz geldi diye kaldırdığı sobasını paketinden çıkarmış, borularını falan da denkleştirip olduğu yerde kurmaya çalışıyordu. ama yakalanmıştı tabii ev sahibine. "amca kusura bakma kardeşimin yaptığı için. o sobalarla oynamayı çok seviyor. o yüzden girmiş odunluğuna. ben yeniden paketler koyarım yerine sobanı şimdi." dedim. "siktirin gidin lan baş belaları. alın şu deliyi de siktirin gidin." diye bağırdı avazı çıktığı kadar. adamın bu denli hiddetlendiğini gören aykut korkmaya başlamıştı. o daha fazla etkilenmesin diye tartışmayı uzatmak istemedim. ama söyledikleri içime oturmuştu resmen. odunluğa girdim ve tutup çıkardım onu. okan'a doğru yönlendirip bahçeden çıkmasını söyledim. sözümü dinledi. onun bahçe duvarını aştığından emin olunca bende çıkıyormuş gibi yapıp bi iki adım ilerledim. adamın ayağının hemen yanında duran odunu ani bi hareketle kapıp, vargücümle yapıştırdım dizine yan tarafından. diz kapağının kırılıp eklem yerinden içeriye kadar katlandığını gördüm gözümle. koca adam neye uğradığını anlamadan yığılıp kaldı yere. daha da gür bağırmaya başlamıştı artık. avazınca küfürler savuruyordu tüm acısını öfkeye dönüştürerek. eminim o an beni öldürmek istemişti. hepimiz çil yavrusu gibi dağıldık. rakip takımdakiler adamın ilk bağırışlarından hemen sonra korkup kaçmıştı zaten çoktan. aykut'u kolundan tuttuğum gibi doğruca kuruyemişçiye kadar koşturdum. o anlaşmamıza uyup parkta kalmamıştı ama yine de bir kez heveslendirdiğim için, o günkü okul harçlığımdan kalan son bi milyonla iki paket cips aldım en sevdiklerinden. ona ne zaman cips alsam vermeden önce arkama saklardım ve; "cipsleri istiyorsan gözüme bakıp gülmen lazım önce. yoksa vermem bu cipsleri sana." diyerek şart koşardım. yapmazdı tabii. hemen yüzünü ekşitip huysuzlanmaya başlardı. ben de krize girmesin diye hemen vazgeçerdim şartımdan ve uzatırdım cipsleri. çok bi şey istemiyordum aslında ondan. ne kadar zor olabilirdi ki gözüme bakıp yalandan da olsa gülümsemesi. ama yapmıyordu işte. gerçi iyi ki de yapmıyormuş. yıllar sonra bunun çeşitli örnekleriyle defalarca karşılaştım farklı farklı insanların yüzünde. o kadar iğrençlerdi ki her seferinde içimden aykut'a teşekkür ettim, geçmişte tüm ısrarlarıma rağmen bunu yapmadığı için. cipsleri aldıktan sonra fazla oyalanmadan geçtik eve. annem henüz dönmemişti. aykut cipslerden birini açıp yedi tek başına. içinden bana da vermesini söylesem de pek umursamadı. bende sorun çıkmasın diye üstelemedim. diğer paketi de açmadan dolabına kaldırdı. artık ona dokunmam mümkün değildi zaten. annemin pazardan dönmesini beklemeye başladım. fazla zaman geçmeden girdi kapıdan pazar çantasıyla. hemen yanına koşup; "ne meyve aldın?" diye sordum. "daha yaz meyveleri çıkmamış. kış mevyelerinin de mevsimi geçmiş, iyi değillerdi. o yüzden almadım." dedi. hayalkırıklığıyla odama geçip babamın işten dönüşünü beklemeye başladım. nadiren de olsa babam eve gelirken ekmek dışında bize abur cubur alırdı. o şanslı günlerimizden biri olmasını diledim. bi kaç saat sonra kapının açıldığını duydum ve koştum hemen. babam gelmişti işten. çaktırmadan ellerine baktım ne var ne yok diye. sadece iki ekmek… yemek için sofrada toplandık babam elini yüzünü yıkadıktan sonra. "yarın aykut'un terapi günü. okuldan sonra todev'e gitcez. ödevlerin falan varsa yap bu akşamdan. biriktirme üst üste." dedi annem. "ödev yapmayı sevmiyorum." dedim. "ödev yapmayan öğrenci mi olur oğlum? neyse karneye bi şey kalmadı. görcez bakalım ak koyun kara koyun neymiş…" diye çıkıştı babam. cevap vermeden yemeğimi bitirdim. ne ödevler ne de karneler hiç bi zaman umrumda olmadı zaten. odama geçip ilkin ablanın geçen hafta verdiği kitabı bitirmek istiyordum. yoksa yarın yeni kitap alamazdım ondan. ilkin abla aykut'un gittiği terapi merkezindeki sekreter kadındı. aynı zamanda finans işlerini de o yönetiyordu. yaşça annemden bile büyüktü. bizi çok severdi. bana kitap okuma alışkanlığını o kazandırmıştı. her hafta bana yeni bi kitap verir ve önceki hafta verdiği kitabı özetlememi isterdi çıkardığım anafikriyle birlikte. bi kez olsun aksatmamıştım. ertesi gün okul çıkışı annem ve aykut'la birlikte 2 numaraya binip merdivenköy'ün yolunu tuttuk. terapi merkezine girer girmez ilkin ablanın yanına koştum. bitirdiğim kitabı uzattım ona. hevesle anlatmaya başladım. ben sözümü tamamladıktan sonra; "aferin benim oğluma. böylece tüm jules verne kitaplarını bitirmiş oldun." dedi. "o zaman artık yetişkin kitaplarını okumaya başlayabilir miyim?" dedim. "daha on üç yaşındasın. ne yapacaksın şimdiden sen yetişkin kitaplarını?" diye sordu. "kızınla arkadaş olabilmek için aramızdaki yaş farkını kapatmak adına çocuk kitaplarını hızlı geçmem lazım." dedim. o an orada bulunan herkes bastı kahkahayı tabii… "oğlum benim kızım on dokuz yaşından. senden altı yaş büyük." dedi ilkin abla. "olsun ben olgun kadınlardan hoşlanıyorum belki ne biliyosun?" dedim ve çok daha büyük bi kahkaha patladı salondaki herkesin ağzından… "peki o zaman al bakalım sana cervantes'ten don kişot. madem yel değirmenleriyle savaşmak istiyorsun." "anlamadım abla." "kitabı bitirince anlarsın." dedi ve bu sefer sadece o tebessüm etti. muhtemelen kitabın içeriğine atıfta bulunarak bi laf çakmıştı bana ama salondaki diğer kişiler de okumadığından karizmam daha fazla çizilmedi. hemen bi köşeye geçip okumaya başladım. aykut'un terapisi bittiğinde baya ilerlemiştim bile. iki saat sonunda seansı tamamlandı. o odadan çıkarken terapistiyle selamlaştık ve kısa bi geri bildirim aldık onun gelişimi için, evde neler yapıp yapmamamız gerektiğiyle ilgili. sonra herkesle vedalaşıp çıktık oradan ve evimize geçtik. bi şekilde para sıkıntısını çözmem gerekiyordu. haftasonu geldiğinde şansım yaver giderse cebime güzel para giriyordu aslında. üst sokağımda oturan eren'le birlikte cumartesi pazar sabahları erkenden çıkıp korudaki bankları etrafından ve çöp kontejnerlerinden depozitolu bira şişelerini topluyorduk. şişe başına yüz bin lira veriyordu tekel bayii. ceplerimize umutla market poşetlerini doldurup başlıyorduk aramaya. cebimizdeki poşetler azaldıkça ellerimizdeki ağırlıklar artıyordu haliyle. günün sonunda da tam tersi bi şekilde elimizdeki ağırlıkları tekele bırakıp, bu sefer ağırlıkları türk lirası bazında cebimizde hissediyorduk. cumartesi güzel geçmişti. eren'le birlikte beşer milyona yakın para koymuştuk cebimize. aynı şekilde pazar gününü de planladık. bu sefer her zamankinden farklı olarak nakkaş tepeden başlayacaktık toplamaya. oradan da kuzguncuk sahile inmekti planımız. sonrasında tekel bayiine geçip topladıklarımızı satarak cumartesi biriktirdiğimiz paranın üzerine ekleyecektik hasılatı. pazar sabahı nakkaş tepeye doğru yürürken parayla ne yapacağımızı konuşmaya başladık; "yiyecek bi şeyler mi alsak acaba?" diye sordu eren. "olabilir." dedim. "acaba ne alsak?" "oğlum zaten her hafta boğazımıza yatırıyoruz, acaba bu sefer farklı bi şey mi yapsak?" "ne mesela?" "internet kafaye gidelim." "aaa sen hiç gittin mi?" "yok oğlum nasıl gidim…" "ee alırlar mı ki bizi içeri?" "deneriz." dedim ve internet kafe planımızın sözünü kestik. nakkaş tepeye varıp yine her zaman ki gibi depozitoplu bira şişelerini toplamaya başladık. bi ara konteynerlerden birinin içini yoklamaya kalmıştık ki etrafımızı bizden en az beşer altışar yaş büyük dört tane çocuk sardı; "hayırlı işler beyler. hasılat nedir?" dedi. "çok şükür topladık bi şeyler." dedim. "güzel. şimdi o elinizdeki poşetleri bize bırakıyorsunuz hemen. bugün bize çalışmış oldunuz." "sebep?" "dur ben sana hemen sebebi göstereyim." dedi ve elini cebine atıp bi tane çakı çıkardı. sustasına basar basmaz içinden fırladı parlayan bıçak. "bak bunun adı ne biliyo musun? dikiş tutmaz. bu bıçağın açtığı yara için verilen bi ünvan. tıp bu bıçak konusunda çaresiz yani." dedi gözümüzü korkutmak için. başarmıştı da. eren tek kelime edemeden dondu kaldı yerinde. "tabii siz o poşetleri öyle hemen bıraksaydınız ben bunu çıkarmadan sizin gitmenize izin verecektim. ama mecbur kaldım bıçağı çıkardım. bu bıçak bi kez yerinden çıktığı için de taksimetre açılmış oldu. yeniden kapanması için ya kanınız akacak ya da cebinizde de ne varsa çıkarıp vereceksiniz." dedi yine tehditkar bi tavırla. eren hiç ikiletmeden boşalttı tüm ceplerini. ben de aynısını yaptım. kenara çekilip yolumuzu açtılar. hızlıca yanlarından geçip arkamıza bile bakmadan koşmaya başladık. ciğerlerimiz patlarcasına mahalleye kadar koştuk hiç durmadan. ikimiz de tek kelime edemiyorduk bir birimize. hem kendimizden utanıyorduk hem insanlıktan. nasıl olur da iki günlük hasılatımızı ite kopuğa kaptırırdık. neden bunu düşünüp ona hazırlık yapmamıştık. daha da kötüsü adamlar sadece bizden paramızı almamıştı, ilk defa gideceğimiz internet kafe hayallerimizi de gasp etmişlerdi. başımız önde hiç bi şey söyleyemeden dağıldık evlerimize. kapıdan girip doğruca lavaboya gittim. uzunca bi süre yüzüme su vurdum olayın şokunu atlatabilmek için. daha sonra olan biteni evdekilere çaktırmamak için toparladım kendimi. mutfağa geçtim. annem o akşam yiyeceğimiz yemeğin haricinde kek, börek, çörek falan da yapmıştı. "bunlar kime?" diye sordum o mutfakta çalışırken. "yarın fatma halan gelecek. onun için hazırlık yapıyorum." dedi. fatma halam aslında babamın halasıydı ve emekli maaşını bizim evin oradaki ziraat bankasından çekerdi her ay. maaş sonrası da aykut'la bana birer çikolata alıp bizi ziyarete gelirdi. onun geldiği günler bayram gibi geçerdi evde. aile içerisinden farklı bir yüz görmek bizi çok mutlu ederdi. istanbul'da onun dışında da bi çok akrabamız olsa da aykut'tan sebep çekinip bizim eve pek gelmek istemezlerdi. aile içerisinde bizden çekiniliyor olması garip boşluk yaratıyordu içimde. evde hasta bi çocuğun varlığı neden insanları rahatsız ediyordu anlamıyordum. ertesi gün okul çıkışı eve geldiğimde halam çoktan oradaydı. kapıdan girer girmez koşup elini öptüm, boynuna sarıldım. o da hemen çantasından aylık çikolata ikramiyemi çıkardı her zaman ki gibi. "derslerin nasıl gidiyor bakalım." diye sordu halam. "ite kaka gidiyor işte hala." dedim. "atletizme devam ediyor musun peki? yaz geliyor bak, yarışlara hazır mısın?" "antrenmanlarımı aksatmıyorum. ama daha çok çalışmam lazım. her şey için mevcuttan daha fazlasını vermem gerekiyor sanki." dedim. "hayat her zaman daha fazlasını ister evlat." öyleydi gerçekten. ne kadar çabalarsam çabalayayım yetersiz kalıyordu sanki. hep daha fazlasını istiyordu hayat. hiç bi şey vermemenin yolu yok muydu acaba? ya da hiç bi şey vermeden alanlar yok muydu? neyi doğru yapıyorlardı? ya da onlarınki mi doğruydu yoksa benimki mi? bi çok soru kapladı zihnimi. ilk kez halamla oturmaya mecalim yokmuş gibi hissedip odama çekildim. don kişot'u çıkarıp kaldığım yerden devam ettim okumaya. o da bana benzer bi ruh haline sahipti. uzun süre sistemi sorguladıktan sonra onunla savaşmaya karar vermişti. ama kendince bulduğu savaşma yolu kendi kendini bitirmekten başka bi işe yaramıyordu. ben ise henüz sorgulama aşamasındaydım hayatı. savaşmak ya da pes etmek arasında gidip geliyordum. savaşsam neye ve kime karşı savaşacaktım ki? kimdi düşmanım? ya da neydi? yaşamanın kendisi başlı başına bi rakip olabilir miydi insana? öyleyse herhangi bi ölümlünün kazanma ihtimali yoktu ki. bi kaç gün sonra okul çıkışı doğruca burhan felek atletizm pistine geçtim antrenman için. aytaç hoca her zaman ki gibi benden önce gelmişti piste. "hoş geldin barbaros." dedi. "hoş buldum hocam." dedim. "sizin jenerasyondan sadece sen geliyorsun artık. diğerleri çoktan bıraktı. kırk kişiydiniz başladığınızda." "elimden geldiğince devam etmeye çalışıyorum." "haydi başla bakalım ısınmaya. dış kulvardan altı tur." "tabii hocam." okuldaki hocalarımın aksine aytaç hocayı seviyordum. o da beni severdi sağ olsun. ama diğer arkadaşlarıma tutarsızlıklarından dolayı kızıyordu. haksız da sayılmazdı gerçi. yaz kış demeden istikrarlı bi şekilde antrenmanlara gelen sadece bendim. aksatmamaya çalışıyordum. çünkü geçen yaz sezonundaki yarışlarda hezimete uğramıştım resmen. ilk üçe bile girememiştim çoğu yarışta. ısınma turları bittikten sonra biraz açma gerçe yaptık ve asıl antrenmanım olan süre ölçümlü koşulara geçtik. iki yüz metre koşturuyordu hoca o gün beni. tam beş kez koşacaktım iki yüzü metreyi aralarda dinlenerek. birinci için yerime geçip hazırlandım. hocanın işaretiyle fırladım takozdan. tüm gücümle koşuyordum bitişe doğru sanki yarıştaymışım gibi. nefes kontrolü, el ayak koordinasyonu, duruş stili gibi pek çok detaya da dikkat ederek her şeyimi veriyordum piste. bitiş çizgisini geçtiğim anda hocam kronometreyi durdurdu. nefes nefeseydim. yanıma gelip başımda dikildi ve; "daha da hızlanmalısın." dedi. "yavaş mıydım hocam?" diye sordum. "hayır ama daha da hızlanmalısın." diye yineledi. sonrasında diğer setlerimi de tamamladım. her birinin sonunda aynı cevabı alıyordum ama. "daha da…" sonra hafif bi soğuma koşusu ve yeniden açma germelerle antrenmanı tamamladık. hocamla vedalaşıp, üzerimi değiştirmeden tribünlere çıkıp oturdum. pisti seyretmeye başladım. daha ne kadar hızlanabilirdim ki? ciğerlerimin kaburgalarımı dışarıya doğru ittiğini hissedecek kadar zorluyordum kendimi. bitiş çizgisini geçtiğimde bacaklarım tir tir titriyorlardı. ama yetmiyordu yine de. eksik kalıyordum hep. saatler ilerledikçe pist boşalmaya başladı. hava karardı ve koskoca pistte de tribünlerde de benden başka kimse kalmamıştı. zifiri karanlıktı her yer. tek bi ses dahi yoktu. eşyalarımı oldukları yerde bırakıp tribünün üst taraflarına doğru çıkmaya başladım. merdivenleri bitirip ardıma baktığımda pist oldukça uzağımda kalmıştı. daha iyi hissettim. yarıştan uzak kalmak rahatlatmıştı belki de beni. tribünün bitişindeki duvara çıkıp oturdum ve dışarıdaki boşluğa doğru sallandırdım ayaklarımı. eğilip aşağı baktığımda yedi sekiz katlı bi binanın çatısındaymışım gibiydi. o kadar yüksekten böylesine umarsızca ilk kez sarkıyordum. piste sırtımı vermiştim. sanki tüm yarışları arkamda bırakmışım gibi düşünmeye çalışıyordum. ama bi yere kadar bu illüzyona inanabiliyordum. gerçekler ise çok farklıydı. hayatın her anı başlı başına bi yarıştı sanki. ama ne kadar zorlarsam zorlayayım ciğerlerim yetmiyordu. belki de bu hayata uygun değildim ya da hayat bana uymuyordu. "atlayacak mısın?" diye tok bi ses yükseldi arkamdan. irkilerek dönüp baktım kim diye. ortalama bi boya sahip, kumral, kısa saçlı, kirli sakallı, beyaz gömlek siyah pantalon giyinmiş bi adam merdivenleri çıkıp belirdi dibimde. tüm o karanlığa rağmen maviden yeşile çalan gözlerindeki keskin bakışlar kolaylıkla seçiliyordu. "sana sordum atlayacak mısın?" diye yineledi. "sen kimsin?" dedim. "ne önemi var?" "doğru diyosun." "bi sana mı zor sanıyorsun bu hayat? emin ol çok daha beterleri var. ayrıca şu ana kadar yaşadıkların hiç bi şey. çok daha beterlerini yaşayacaksın. çok daha fazla zorlanacaksın, yorulacaksın. sonu gelmeyecek. tam biraz rahatlamış hissettiğin an başka bi sıkıntı çıkacak karşına. hiç bi şey önüne hazır sunulmayacak. sahip olduğun her şeyde ise birilerinin gözü olacak. sahip olduğuna sevinemeyeceksin. hiç bi zaman gerçekten başarmış hissetmeyeceksin. hiç bi zaman yeterli gelmeyeceksin kimseye. her şey her geçen gün senin için daha da zorlaşıp daha da yıpratacak seni. eğer atlayacaksan aslında fena bi karar değil. çünkü ertelediğin her gün daha da hırpalanmış olacaksın." "hiç bi şey başaramayacak mıyım peki?" "başaracaksın tabii. diğer pek çok insanın başarı olarak kabul edeceği oldukça fazla şeyi başaracaksın ama o gün geldiğinde başardıkların senin başarı kıstasının dışında kalacak ve senin için hiç bi önem arz etmeyecek. değer vermeyeceksin." "çok para kazanacak mıyım peki? zengin olacak mıyım?" "çok para kazanacaksın kazanmasına da o zaman da zenginlik kıstasın değişmiş olacak. yani onun da bi önemi olmayacak senin için." "aşk var mı peki? aşık olacak mıyım?" "işte orası biraz karışık. yirmi sene sonra bile çözemeyeceksin." "sen bunları nerden biliyosun ki?" "yaşadım. birlikte yaşadık. ama sen şimdi oradan atlarsan yaşayamamış olcaz." "iyi de ağbi hiç hayırlı bi şey yok ki söylediklerinde. ben neden atlamiyim?" "gün gelecek ve hayırlı/hayırsız ya da iyi/kötü algın da değişecek. yani bugün hayırsız olarak gördüğün pek çok şeyi iyi ki yaşamışım diyeceksin."
"öyleyse şimdi ne yapmalıyım?"
"yaşamaya devam etmelisin. kimseyle yarışmadan, hayatla savaşmadan, hiç bi şeye aldırmadan. çünkü haklısın! başka türlü katlanılması mümkün değil buna."

terapi yazar turan edebiyat hikaye anı düzyazı




O zamanki Barbaros cidden atlamayı düşündü mü peki ve o kişi kimdi merak ettim? ( küçük bir çocuğa bu kadar derinlemesine konuşan birisi cidden şaşırtıcı geldi. )