top of page

kılas oto yıkama

  • Yazarın fotoğrafı: Turan
    Turan
  • 16 Ağu 2019
  • 13 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 6 Mar 2020

kapıdan gelen yumruklama sesiyle gözlerimi açtım. terleyen yanağım deri koltukla bütünleşmiş vaziyetteydi. üzerine yaslandığım gözüm yarım yamalak aralanabildi. koltuktan göz kapağıma, oradan kirpiklerime kadar bulaşan terimin gözümü yaktığını hissedip tamamen ayıldım. güç bela doğruldum ama sanki kafam hala kotuktaydı ve "beni bırak da ne yaparsan yap" diyordu. ben ayağımın altındaki cam kırıklarının neye ait olduğunu hatırlamaya çalışırken, sigara paketinden yapılıp hunharca kullanıldıktan sonra küllüğe basılmış zıvanalar pişkin pişkin sırıtıyolarmış gibiydi. sadece beş metre uzağımdaki kapıya vurulan yumluklar, koltukta doğrulduğum anda daha gür hissedilir oldu. kapıyı açtığımda sinirden suratı pancar gibi kızarmış muzaffer abi ağzından tükürükler saçarak "bu kapı otomatiğinin bana garezi var, ne zaman acelem olsa açılmıyo" gibisinden bişeyler zırvaladı. sinirinin sebebi de işe geç kalmış, apar topar minibüsünü çıkarması gerekiyomuş ama otomatik kapı tutukluk yapıp açılmamış. ayaklarımı sürüye sürüye gidip o an bana on tonmuş gibi gelen demir kapıyı iterek açtım. ben henüz kapının tamamını açamamışken muzaffer abi minibüsüyle alel acele basıp gitti. kapıyı açık bırakıp koltuğa geri döndüm.


koltuk, otoparkın köşeside yer alan, patronun "ofis" diye tabir ettiği otuz-otuz beş metrekarelik bi kulübeydi. içeride masa, makam koltuğu, iki deri koltuk ve cam orta sehpadan oluşan bi dekor vardı. dip taraftaki kapı duşa kabin, tuvalet ve lavabo kombinine açılıyordu. ofisin ortasındaki sehpanın camı bazen gün aşırı, bazen ayda bir, ortalama haftada bir kırılıyordu ama nedense yerine daha dayanıklı başka bir sehpa alınmıyordu. her seferinde camcı ertuğrul kafasına göre bi model kesip getirip sehpa ayaklarının üzerine yapıştırıyordu. koltukda oturmuş ayılmaya çalışırken sehpa ayaklarının üzerinin yine boş olduğunu gördüm. az buçuk ayılıp tuvaleti ziyaret etme, ardından kafamı musluğun altına sokma, sonrasında da az ilerdeki fırından iki kır pidesi alma gibi mütevazı bi eylem planı belirledim. planın son aşamasına geçmek üzere ofisi terkederken kafamda akşamdan kalma türlü arabesk şarkılar, beethoven ve schubert ezgileriyle çınlıyordu. "otoparkda beşinci senfoniyi kim dinledi acaba" diye düşünürken yanımda birilerinin olup olmadığı konusunda kesin bi karara varamadım. hatta sadece dün geceden beri mi uyuyordum yoksa daha da eskiye mi dayanıyordu emin olamadım. pideleri hesaba yazdırıp ofise dönerken schubert ezgisi falan kalmamıştı. açık ve net bir şekilde "tanrı istemezse insan ölmezmiş, tanrı istemezse yaprak düşmezmiş…" inliyodu kafamın içinde ve bu sözün ne kadar doğru olduğunun kanıtı gibiydim ama devamında gelen "sen tanrı mısın beni öldürdün? eşime dostuma beni güldürdün" kısmındaki bütün öznelerin yerinde koca bi boşluk vardı.


ikinci pideden henüz ilk ısırığımı almıştımki iki araba girdi kapıdan. doğruca yıkamaya çektiler. yanlış saymadıysam her birinden üçer kişi indi. hiç birini tanımıyodum. tanıştıysamda hatırlama şansım yoktu o an. "ikisi de iç dış" dedikten sonra fazla muhatap olmadan kenardaki banklara geçip oturdular. arızalı kompresörü çalıştırmaya çalışırken kablodaki elektrik kaçağını unutup biraz çarpıldım. o bile ayılmama yetmedi ama neyseki kompresör çalıştı. önce içlerini süpürdüm, sildim. bi kaç iç mekan parlatma zımbırtısından sürdüm belki bahşiş alırım diye. sonra dışına köpük, cila, durulama, kurulama derken arabaların ikisi de jilet gibi oldu. birden zengin kalkışı yapıp yanıma geldiler ve "ne kadar?" diye sordular. "ikisi yirmi" dedim. içlerinden biri elini cebine attı, sonra hızla çıkarıp "nah" yaptı ve hepsi senkronize bi şekilde kahkaha attı. ilk defa gelmiyordu başıma. sakince arkamı dönüp demir kapıya doğru yürüdüm. tam üzerlerine kapatmaya çalışırken sırtımda bir kaç el hissettim. tek bi tane olmadığına eminim ama o kafayla net sayı alamadım yine. belkide ben öyle sanıyordum çünkü bırak birden fazla eli, o an tek bi serçe parmak bile beni oradan savurmaya yeterdi muhtemelen. çekip aldılar beni demir kapıdan. sırtımdaki ellerden sonra hissettiğim ilk şey kanımdaki tekme oldu. hafif öne doğru bükülmüşken sağ arka baldırımda başka bir tekme, yere düşen sağ dizim kendini toparlamaya çalışırken yerdeki ayak bileğime basan bir ayak ve yırtık kot pantalonun savrulan püskülüyle birlikte çeneme yapışan diz darbesi… haliyle bi anda görüntü gitti ve sağ tarafıma doğru devrildim. bir kaç dakika önce terden koltuğa yapışmış yanağım bu sefer sefer toza topağa bulandı. kirpiklerimin arasından sızıp gözlerimi yakan terin kıymetini bilemediğimi fark ettim kurumuş toprağı hissettiğimde. çocukken bir kaç kez merak edip tattığım toprağın tadı bu sefer başka geldi dilimi dişlerimin üzerinde gezdirdiğimde. hafifce doğrulup başımı yerden kaldırdım. ellerimin ve dizlerimin üzerine güç bela kalkabildim. tükürdüğümde toprağın tadığı değiştirenin kan olduğunu anladım. o sırada korna çala çala çıkıp gittiler. güvende hissedip kendimi tekrar yere bıraktım. istemsizce sırt üstü uzandım kuru toprağa. kollarımı her iki yana doğru açıp tüm sıcaklığı hissettim belki ağrılarımı geçirir umuduyla. ama karnım öyle bi ağrıyordu ki o an herhangi bir tedavi metodunun işe yarama ihtimali yoktu.

"allah belalarını versin" diye bi ses çınladı kulağımda. koşar adımlarla birinin yaklaştığını duydum. galiba kadındı. müşteri olduğunu düşünüp mahçup bi şekilde doğrulmaya çalıştım karşılamak için ama yana doğru dirseğimin üzerine anca kalkabildim. hemen karşımda eğilip "zorlama kendini" diye çıkıştı. o an bi kadın olduğundan emin oldum. diğer kolumdan tutup kalkmama yardımcı oldu. Ona tutunmamı istedi ama ellerim toz toprak içindeydi. Onu da kirletmemek için reddettim. sonra kolumun altına girmeye çalıştı ama yine aynı sebepten "gerek yok" dedim. yine de kolumdan tutup destek oldu. ofise doğru yürüdük. cam kırıklarını çiğneyerek aşıp koltuğa yatırdı beni. "masanın üzerinde ıslak mendil var" dedim. "seni ıslak mendil paklamaz" dedi acıyla karışık gülümseyerek. halbuki kendim için istememiştim… "ketılda su varsa çalıştırır mısın?" diye sordum. "sen ne yapacaksın bu halinle sıcak suyu, sana buz lazım. illa su istiyosan al bunu iç" dedi sürahiden bir bardağa doldurarak. halbuki sıcak suyu da kendim için istememiştim. "o kadar insanlık yaptı, bende en azından bi hazır kahve yapayım" diye geçiriyordum içimden. zaten kendim için birisinden herhangi bir şey istediğime dair bi anı yoktu hafızamda. yine Onun yardımıyla biraz doğrulup bardaktaki suyun tamamını tek nefeste içtim. bardağı geri uzatırken kenarına ruj izi gibi ağzımdan bulaşan çamur izini görüp utandım. ama o buna da gülümsedi. "burada çalışan başka biri yok mu? ya da patronun falan?" diye inceden bi sorguya çekti. "birileri var" şeklinde kısa kestim, konuşma uzasın istemiyordum ama nezaketsizlik edip, bir rahatsızlık veririm diye de ödüm patlıyordu. belkide ilk kez umursanmış olmanın verdiği heyecanla nasıl davranacağımı bilmiyordum. ben umursanıyordum ben. ne toza toprağa bulanmış üstüm başım, ne yerlerdeki cam kırıkları ne de küllüğe basılmış zıvanalar. kendi öz benliğim, ruhum umursanıyordu. yok yok o kadar da olamaz diye düşündüm. "acıdı ondan böyle" dedim kendi kendime. o an itilip kakılan sokak hayvanları canlandı gözümün önünde. ilk kez onların yerine koydum kendimi. onlar gibi hissettim belkide. kendimi toparlar toparlamaz sevabına koca bi paket tahıllı, kuzu etli, yaban mersinli kuru mama alıp sokak sokak gezip dağıtma kararı aldım o an. sonra iki kır pidesini fırından veresiye aldığım geldi aklıma. sadece bi ısırık alabildiğim ikincisi soğumuş mudur acaba?

bu düşüncelerle sızıp kalmışım. gözlerimi açtığımda hala hava aydınlıktı ama akşam üstüydü sanırım. güneş batmak üzere. hangi günün akşamı olduğundan bihaberim tabii. kapı kapalı. etrafımda kimse yok. yattığım yerden doğrulup ortalığı toparlamaya başladım. esas oğlan küllüktü. yardımcı oyuncular; her yere savrulmuş cam kırıkları, üzerinde sinekler uçuşan kır pidesi, türlü ambalaj kağıtlar, mini çöp kovası ve bizzat kendim. bu sıralamayla ilerleyecektim. final sahnesine kadar her şey senaryoya uygun gitti. karakter gelişimleri inanılmazdı. gerek koltuğun altına kaçan cam parçalarıyla çöp kovasının dibine yapışıp çıkmaya direnen çiğnenmiş sakızın inatçılıkları, gerek süpürge sapının darbesiyle yere düşen ama yardımlarım sonucu ayağa kalkmasını bilen kenarından ısırılmış mazlum kır pidesi, gerek masanın her bir köşesine nüfus edip sisteme baş kaldıran tütün kalıntıları seyirciyi mest edecek türdendi. zamanla her biri çöp konternerindeki yerlerini aldılar ve final sahnesinde ofisteki aynanın karşısında kendimle baş başa kaldım. baktığım şeyin gerçekten bi ayna olduğuna kesin kanaat getiremiyordum. kendimi görmem gerkirken sanki ayna değilde bir cammışcasına arkasındaki duvarı görüyordum. yoksa gerçekten bir aynaydı da ben kendimi pas geçip kendi arkamdaki duvarı mı görüyordum emin olamadım. kesin olan bir şey vardı o da o an orada olmayışım.


ofisin ortasında boş boş dikilirken içeri parton girdi. ofisi derli toplu, beni darmaduman görünce o da benim gibi dondu kaldı. kısa bi özetle yaşananları anlatmaya başladım ama bana yardımcı olan kadına gelemeden "gitti yirmi lira" dedi. sonra yirmi liranın ne kadar zor kazanıldığını anlattı uzun uzun. gerek yoktu gerçi. gayet iyi biliyordum. "git yıkan, üstüne başına çeki düzen ver. yarın sabah gelirsin" diyerek azad etti beni. talimatlarını hariyen yerine getirdikten sonra çıktım otoparktan. hamam yokuşundan aşağı, kuzguncuğa doğru saldım kendimi. dümdüz yürüyüp sahile kadar indim. ismet baba'nın orada korkuluklardan sarkarak bi süre denizi izledim. akıntının oluşturduğu dalgalar hemen altımdaki betona çarpıyordu. her çarpışında önce dalganın sesi geliyor, sonra oluşturduğu rüzgar ve rüzgarla birlikte yüzüme çarpan tek tük su zerrecikleri. herkesin kavrulduğu sıcak istanbul akşamında ben neredeyse tir tir titriyordum. ama bu titremelerin ne sıcaklıkla ne hastalıkla ne de korkuyla bi ilgisi yoktu. yerli yersiz düşünceleri anlamlandırmaya çalışırken ismet baba'da çalışan bi garson seslendi. yanına çağırıyordu. şaşkın şaşkın gittim. "sadece bu gecelik iş ister misin genç?" diye sordu. "olur abi" dedim. "bulaşıkcı gelmedi bugün. cumartesi olduğundan çok kalabalık olacak, o yüzden garsonlardan birini de koyamadım. Baktım orada boş boş dikiliyosun. belki ihtiyacın vardır diye düşünüp çağırdım. açsan işe başlamadan sana yemek de versinler. sabah çıkarken ücretini alırsın. biz bulaşıkcıya günlük kırk lira verirdik ama sana tecrübesiz olduğundan otuz lira vereceğiz. dikkatli ol sakın bir şey kırma!" şeklinde görev tanımımı ve çalışan özlük haklarımı içeren bir dizi söz sıraladı. günlerden cumartesi olduğu bilgisi de primdi sanırım.


mutfağa iner inmez daha ben istemeden koca bi tabak bulgur pilavıyla tavuk soteyi koydular önüme. tabağı yan taraftaki aralığa sıkıştırılmış sehpaya koyup, ayakta yedim hızlı hızlı. yemeği veren dayı "afiyet olsun, ilk olarak kendininkilerle başla bakalım" diyerek bulaşıkhaneyi gösterdi. koca bi kova mintax'ın içine elimi daldırıp, yeterli olacağını düşündüğüm kadar deterjanı alarak süngeri köpürttüm güzelce. sonra dayının dediği gibi önce kendi tabağım ve kaşığım olmak üzere kenarda istiflenmiş bulaşıklara giriştim. içlerinden birini kırarım korkusuyla her bir tabağa mücevher muamelesi yaparak özenle önce köpürtüp ayrı bir tarafta beklettim, sonra yeniden tek tek alıp durulayarak temizlerin yanına istifledim. sabaha karşı tüm müşteriler gitmiş olacak ki hiç bulaşık gelmemeye başladı. bende yıkanmayı bekleyenlerin tamamını bitirip raflarına dizdikten sonra kenardaki tabureye çöküp "acaba bulgurdan biraz daha var mıdır?" diye düşünmeye başladım. o sırada yanıma bana işi veren şef garson geldi. çıkardığım işten memnun kaldığını belirtip cebinden çıkardığı paraların içerisinden iki tane yirmi liralık banknot uzattı. "otuz demiştin" diye tereddüt ettim. "ellerine sağlık. birazdan fırından sıcak poğaça gelecek. hep beraber kahvaltı yapacağız. aç karna çıkma." diyerek tekrar beni şaşkına çevirdi. o an o bulaşıkhanede adeta silikon vadisindeki bir teknoloji firmasında çalışıyormuşum gibi hissettim. söz konusu benefitler daha önce hiç karşılaşmadığım türdendi. fazla sesimi çıkarmadan iki tane yirmiliği özenle cebime yerleştirip, poğaçaların yolunu gözlemeye başladım. tabii bir yandan da "inşallah kıymalı da almışlardır" diye düşünüyorum. eğer poğaça sıcaksa, kıymalı poğaça, poğaça aleminin maradona'sıdır. mayalı hamuru alır orta sahadan, kaleci dahil diğer tüm poğaçaları çalımlaya çalımlaya geçer, boş mideye yuvarlanır. derken kapağı açık yayvan bi koliyle poğaçalar mekana giriş yaptı. aç gözlülük olmasın diye hemen kalkmadım yerimden, fazla detaylı da incelememeye çalışıyorum ama kulağım hep orada. mekana girişimde bana yemek veren dayı "senin kısmetine bi patatesli bi kıymalı kaldı." dedi. çayımla beraber poğaçalarımı alıp yine aynı köşeye çöktüm. kıymalının tadı damağımda kalsın diye sona sakladım. patatesliyi tahminen bir buçuk bilemedin iki ısırıkta yemişimdir. sıcak mı değil mi kıymalıya gelene kadar ona bile dikkat etmedim. neyse ne kıymalıdan ince bi ısırık aldım. sıcacıktı hamuru. ama kıyma tadı gelmedi ağzıma. derken bir ısırık daha. neredeyse yarısına geldim poğaçanın ama hala kayda değer bi kıymaya rastlayamadım. büyük bi tedirginlikle geriye kalanın yarısını ısırdım ve sonunda bi kıyma tadı geldi. poğaçanın elimde kalan kısmının içine baktığımda tüm kıymanın, o an çiğnediklerim olduğunu anladım. çiğnediğim kıymaya da bakarsak, poğaçaya kıymalı demişler ama kıyma koyduklarından değil de muhtemelen kıyma ile aynı ortamda bulunduğundan… içimden "daha kıymalısını günün birinde google ya da ibm'de çalışırsam verirler heralde." diye geçirip teşükkür ederek mekandan ayrıldım.

otoparka yeniden giriş yaparken olası bi otomatik arızasına karşı önlem almak adına ana kapıyı ardına kadar açık bıraktım. ofise varıp koltuğa oturduktan sonra cebimdeki kırk liranın verdiği rahatlıkla etrafın yeniden darmaduman olmasını umursamadan keyifle arkama yaslandım. bi kaç saat kestirmiş olabilirim, emin değilim. yarı uyur yarı uyanık haldeyken içimde "ya o kadın tekrar gelirse" fikri uyandı. hızla ortalığı toparladım. elimi yüzümü kontrol edip kendime çeki düzen verdim. otopark & oto yıkama görevlisi çizgimden çıkmadan tabii. o arada gün iyice ağarmıştı. ama pazar sakinliği vardı etrafta. kimse gelip gitmiyordu. tek başımaydım. sonra muhtemelen şirket arabası olarak kiralanmış son model ama mütevazı bi beyaz hatchback giriş yaptı ve doğruca yıkamaya park etti. sigaramdan son bi nefes alıp, izmariti küllüğe bastıktan sonra dumanı ağır ağır burnumdan salarken senkronize bi şekilde aynı slow motion efektiyle yerimden doğrulup gelen araca doğru yürümeye başladım. tam o sırada kapı açıldı ve yine O kadın karşımdaydı. kapıyı tamamen açmış fakat henüz koltuğundan kalkmamıştı. açık olan güneşliğindeki aynadan muhtemelen yeni çektiği eye linerını son bi kez kontrol etti, yan koltuktaki çantasına uzanıp, tekrar açık olan sürücü kapısına doğru yönelirken kırık fönlü saçlarını hafiften bi savurdu. kestane rengi saçlarının her bir teli diğerinden heyecan verici, olağan üstü uyum ve ahenk içerisindeydiler. benimkinden aşağı kalmayacak bi slow motion efektiyle arabasından indi. yeniden karşı karşıyaydık. samimi bir gülümsemeyle "merhaba" dedi. gözleri kahverengiydi. gözlerinin beyazı temiz ve açık bir havada kendi halinde gökyüzünde süzülen bulutları bile kıskandırabilirdi. kirpiklerinde maskara vardı ama o kokoş kadınlarınki gibi abartı değildi. yüzünde fondöten yoktu, allık veya highlight da. kendi tenini görüyordum. günümüzde bi kadının yüzüne bakınca kendi tenini görmek neredeyse imkansız. dudaklarına ise kendi renginde bi parlatıçı sürmüştü sadece. Kalıp gibi duran rujlar o an çok uzağımızdaydı. "merhaba" dedim. tokalaşmak için elini uzattı. ellerim temizdi. gönül rahatlığıyla tokalaştım. "iyi misin?" diye sordu. heralde dün ya da bir kaç gün önce yaşanan olaya atıfta bulunuyordu. Sorun olmadığını belirten bi şekilde kafa salladım. konuşamadım. "seni merak ettim. nasıl olduğuna bakmak istedim." dedi. arabayı yıkatmak için gelmemiş miydi yani? o zaman arabayı neden yıkamaya çekmişti? Sadece benim akıbetimi merak ettiği için gelmiş olamazdı. olmamalıydı. çünkü bu hayatın akışına tersti. en azından benim hayatımın. "gayet iyiyim" dedim. nezaketen benim de ona nasıl olduğun sormam gerekiyordu. ama patron "müşteriyle fazla yüz göz olma. bizim işimiz pis, biz pisiz, onları rahatsız ederiz. zaten onlar da sırf arabaları pis diye buraya geliyolar. biz onların arabalarını temizleriz ama kendi pisliğimiz baki." demişti. acaba rahatsız eder miydim? belki de ilk kez patronu umursamadım. "siz nasılsınız?" dedim. "kahven varsa daha iyi olurum." dedi. ofisi işaret ederek "buyrun" dedim. arabasının kapısını kapatıp yanıma gelerek yürümeye başladı. hafiften poyraz esiyordu. poyrazın etkisiyle saçları benim tarafıma doğru savruldu. saçları vanilya kokuyordu. kendiliğinden miydi bu koku yoksa hypnotic poison mı kullanıyordu emin olamadım. ama anladım ki saçlarının doğal haliydi bu. ilk başta fönlü sanmıştım ama fönlü olsaydı hafiften bi yanık kokusu alırdım. oysa ki vanilya kokuyordu. ofise girdikten sonra nazikçe kolduğu işaret ettim. O oturduktan sonra elektronik cezveye iki tatlı kaşığı türk kahvesi koyup kahvesini nasıl istediğini sordum. "sade" dedi. zaten başka türlüsü beklenmezdi böylesine sade, dupduru bi kadından. sadeydi ama aynı zamanda göz alıcı. kahveler hazır oldu. özenle fincanlara doldurdum. sağda solda türeyen abidik gubudik kahvecilerin fiyakalı fincanlarından değil bizimkiler. düz beyaz porselen kahve fincanı. tabağı da keza aynı. kahvenin yanına koyacak o uyduruk lokumlarımızdan da yoktu ayrıca. kahvesini dümdüz kahve ikram eder gibi ikram ettim. havadan sudan muhabbetle geçti ilk dakikalar. yaptığım işlerin falan sordu. beni sadece otoparkçı gibi görüp küçümsememesi için oto yıkama ve yağ değişimi hizmetlerimizden de bahsettim. sonuçta onlar da kolumda altın bilezikti. bi ara gözü masanın üzerinde duran william shakespeare'in soneler'ine takıldı. "sen mi okuyorsun?" diye sordu. bir yaz gecesi rüyası'ndaki lysander'in utangaçlığıyla "evet" dedim. "kitaplarla aran iyi madem, bu da sana küçük bi hediye. ben yeni bitirdim." diyerek çantasından stefan zweig'ın satranç'ını çıkarıp uzattı. çoktan okumuştum. hatta kitaptaki kendi kendine satranç oynayan abiye çok imrenip bir kaç kez bende denemiştim ama becerememiştim. yine de ukalalık olmasın diye teşekkür ederek aldım. daha önce hediye alıp almadığımı düşündüm. hatırlayamadım. "ben kalkayım artık." diyerek yerinden doğruldu. "arabanı yıkayayım hemen." diye atıldım. "gerek yok araba temiz zaten. dedim ya ben sana bakmaya gelmiştim." dedi gülümseyerek. tekrar teşekkür ettim. arabasına gidene kadar yine yanyana yürüdük ve yine vanilya kokusu süzülüyordu etrafına. kapısını açtım. binmeden bana dönüp "kahve için teşekkürler, hep buradaysan, arada uğrarım." diyerek cevap beklercesine bi bakış attı. "hep buradayım…" diyerek uğurladım.


bu olay silsilesinin üzerinden yakşalık bir hafta geçmişti. "hep buradayım." sözünün verdiği ağırlıktan olsa gerek neredeyse hiç ayrılmamıştım otoparktan. ama akşam saatleriydi artık. bu saatten sonra gelen giden olmaz diye düşünüp vurdum kendimi sokağa. altunizade'ye kadar yürüdüm. oradan küçük çamlıca'ya kadar çıktım. acıbadem'e salınıp, kadıköy'e bağlanarak "belki bir iki bira içerim" diye geçirdim aklımdan ama çok yorulmuştum. acıbadem'de koşuyolu sapağını görür görmez kadıköy planını başka bi akşama bıraktım ve direksiyonu koşuyoluna doğru kırdım. acıbadem hastanesinin önünden geçip yokuş aşağı indim. yokuşun sonunda migros'un oradaki yuvarlağa geldiğimde sol taraftaki köşe dükkanda hummalı bi çalışma gözüme ilişti. yeni bi pastane açıyolarmış. tamirat tadilat işleri. işçiler pastanenin tabelasını halatlarla bağlamışlar halatları çatıdaki diğer işçilere atıyorlardı. yukarıdaki işçiler halatları tutar tutmaz tabelayı çekmeye başladılar. ben olayı nispeten uzaktan takip ettiğim için daha geniş bir açıya sahiptim ve yukarda tabelayı çeken işçilerin yaslandıkları demir platformun yerinden oynadığını gördüm. "hop usta durun." diye atıldım hemen. adamlarda durdu harbiden. "usta o yaslandığınınız platform kaynak yerinden ayrılmış heralde. fazla zorlamayın bence." dedim. başlarında duran adam benim az önce durduğum yere doğru yürüyüp "yaslanın bakim bi" diye seslendi yukardaki işçilere. onlar da yaslandı tabii. "inin hemen aşağı. oğlum sende çık şu sağ tarafa adam akıllı bi kaynak çek." diye bir kaç direktif verdi hemen. sonra yanıma gelip "sağolasın evlat. dükkan açıldıktan sonra buyur gel tatlı ikram etsinler sana." dedi usta. teşekkür edip rosario'nun olduğu yokuşa doğru ilerlerken yere bıraktıkları tabelalarına baktım "ceviz ağacı" yazıyordu. yürüdüm. yokuşun sonuna varmak üzereyken yine O kadını gördüm. karşımdan yürüyerek bana doğru geliyordu. "iyi akşamlar. ne işin var buralarda." diye seslendi yanıma gelirken. durdum olduğum yerde. yürüyüşe çıktığımı söyledim. "peki ya sen?" diye sordum. "buralardayım. sonra görüşürüz." dedi ve yanımdan ayrıldı. uzaklaşırken ardından bakakaldım. sonra tekrar yürümeye devam ettim. validebağ korusunun hizasından ilerleyip yeniden altunizade'ye bağlandım. oradan da doğruca otoparka. yorgundum. kendimi onun oturduğu koltuğa bıraktım. ama Onun oturduğu yere değil de hemen yanına. arkama doğru yaslanıp yanımda oturduğunu hayal ettim. hayal ederken dahi burnuma vanilya kokusu geldi. ılık, yumuşak, temiz bi kokuydu bu. belkide vanilya değildi de ben benzetiyordum. neyse ne. her halükarda güzeldi işte. sadece ondan yayılacağına inandığım bi koku.


yine bu düşüncelerle uykuya dalmışım. ertesi gün uyandığımda sanırım yine bir pazar sabahıydı. ben yine onu düşünüyordum. etraf her pazar olduğu gibi sakindi. ben ise darmaduman. hızlıca kendime çeki düzen verdim. duş alıp düşlerimi fırçalamıştım. evet düşlerimi. ne yapıyordum ben? adını bile bilmediğim, toplasan bir saat görmediğim birine mi tutulmuştum? Onu düşlüyordum ve bu çok anlamsızdı. hatta saçma. patronumun söyledikleri çınladı kulağımda. en çok da "biz pisiz". öyle miydim gerçekten? pis miydim? gerçi pis olmamı sorun etmemişti ilk gördüğünde. pissem pisim. günde en az on tane araba yıkıyorum. bi kendimi mi temizleyemeyeceğim? aklımı kaçırıyor olabilir miydim? ofisten dışarı fırladım. duvara yaslanıp bi sigara yaktım. gözlerimi kapıya dikip beklemeye başladım. Onun gelmesini umuyordum. geldi. demir kapıdan içeri doğru süzüldü. attığı her adımda saçları yükselip alçalıyordu. yüzü çok güzeldi. o kadar güzeldi ki önceki karşılaşmalarımız da ne giydiğine dair hiç bir anı yoktu hafızamda. yine öyle oldu. gözlerimi yüzünden ayıramdım. bir de saçlarından. yanıma kadar geldi. "dün akşam için kusura bakma. pek vaktim yoktu o yüzden kalamadım yanında." dedi. şaşkındım. bana açıklam yapması gerekmiyordu. kaldı ki "iyi akşamlar" ve "görüşürüz" benim için fazlasıyla yeterliydi. "ne demek" dedim. "vaktin varsa bu sefer kahveler benden." dedi. ne otoparkı umursadım ne de patronu. "tabii" dedim. birlikte kuzguncuğa doğru salındık. dilim pastanesinin terasına çıktık. cam kenarında bi yer kestirdim gözüme. karşılıklı oturduk. tüm boğaz ayaklarımızın altındaydı. garson hemen bir tane menü getirip bıraktı önüme. Onu umursamamıştı. hem sinirlendim hem mahçup oldum. tamam kahve söyleyecektik ama eğer menü verildiyse iki tane vermelilerdi. elimle garsona işaret yapıp yeniden çağırdım. "bir menü daha verir misiniz?" dedim. alaycı bi bakış atarak gülümsedi. daha da sinirlendim. "niye güldün?" dedim. "birisi mi gelecek" dedi. artık iyice tepem atmıştı; "dalga mı geçiyosun? zaten iki kişiyiz." dedim. bu sefer daha belirgin bi şekilde güldü. "kardeş kafan mı güzel? yoksa benimle dalga mı geçiyorsun?" diye çıkıştı. orada iki kişi oturuyorduk ama adam sadece ben varmışım gibi davranıyordu. tam o sırada sanırım daha kıdemli olan başka bir garson daha geldi yanımıza. "bi sorun mu var?" diye sordu. "burada iki kişi oturuyoruz ama arkadaşınız sadece bir tane menü getirdi. uyarıp ikinciyi istediğimde ise alay eder gibi davrandı. lütfen hanımefendiye de bir menü getirir misiniz?" dedim. "hemşerim hangi hanımefendiye? biri mi gelecek?" diye diğer garsonu doğruladı. O karşımda oturuyordu ama onu görmezden geliyorlardı. O ise tüm nezaketiyle bana gülümsüyordu. tekrardan garsonlara dönüp "abi yapmayın lütfen! görmüyor musunuz? burada iki kişi oturuyoruz." diye tekrarladım. "kardeş uzatma! siparişini veriyosan ver. yok arıza çıkaracaksan seninle uğraşamayız." dedi.


yerimden kalkıp kapıya yöneldim. tam çıkmak üzereyken durup arkama döndüm. az önce kalktığım masaya baktığımda sadece tartıştığım iki garsonu gördüm. O gitmişti. koşar adımlarla merdivenlerden indim. apar topar yolun karşısına geçtim. ismet baba'nın yan tarafa. korkuluklara yasladım kendimi. acaba nereye gitmişti? ne ara gitmişti? oradaydı. karşımda. ya garsonlar haklıysa? ya benim gördüğümü sadece ben gördüysem? bu onu gerçek dışı mı yapardı? bir şeyi gerçek yapan, herkes için var olması mıydı? yoksa o hiç olmamış mıydı? yok yok var olmaz olur mu? vardı benim için. yerden kaldırdı beni. su verdi. O uzatmasaydı bardağı ben o suyu nasıl doğrulup alabilirdim ki? peki ya suyu hiç içmemiş olabilir miyim? yoksa o da bi hayal miydi? hayal… tüm bu yaşananları açıklar mıydı bu tek kelime? iyi de kim hayal ettiği biriyle gerçekmişcesine kalkıp kahve içmeye gider? bunun bi açıklaması olmaydı. ama kafamdaki onca sorunun tek bir tanesini bile cevaplayamıyordum. belki de cevaplamak istemiyordum. karşılaşmaktan korktuğum bi gerçek vardı sanki ve o gerçekte de O yoktu.


yazar turan

 
 
 

コメント


bottom of page